Hayatın akışında, onca işle uğraşırken belki de üzerine hiç düşünmediğimiz bir soru bu!
‘Ben kimim?’
‘Neleri severim, neleri sevmem?’
‘Sevdiğimi düşündüğüm şeyleri gerçekten seviyor muyum, sevmediğim şeyleri de bir gün sevebilir miyim?’
‘İhtimaller neler, kim olabilirim ya da kim olmayı isteyebilirim?’
…
Tüm bu sorulara yanıt bulmak istiyorsak, yüzümüzü biraz geçmişe döndürmemiz gerekecek. Zira olduğumuzu sandığımız – ve belki de sorgulamadığımız – kişi, çocukluktan yetişkinliğe uzun bir yol yürüdü. Yolda başına gelenlerin, gördüklerinin, duyduklarının onda bir yansıması, belki de bir izi kaldı. Kolay olmadı bugünkü kişi olabilmesi.
O hâlde şimdi, kişiliğimizi nelerin şekillendirmiş olabileceğine gelin birlikte bakalım.
Olduğumuz kişiyi şekillendiren faktörlerin belki de en başında içine doğduğumuz ev ve bize bakım verenler geliyor. Hepimiz temel ihtiyaçlarla doğuyoruz ve bunlar yeterince karşılanmadığında, bilmediğimiz bu yeni yerde kendimizi güvende hissedemiyoruz (Young, Klosko ve Weishaar, 2003). Öncelikle bağ kurmamız ve hem sevilebilir hem de ait olduğumuzu hissetmemiz gerekiyor. Bunu sağlamanın yolu da fiziksel varlığımızla birlikte duygusal varlığımızın da olduğu ve bunun bakımverenlerimiz tarafından kabul edilip kapsandığını görmemiz…
Çeşitli sebeplerle, duygularımız aynalanmadığında iç dünyamıza, istek ve arzularımıza, beğenilerimize dair bir benlik algısı geliştiremeyip; yanımızdaki yetişkinlerin sesini, beklentilerini, ‘nasıl biri olduğumuzu’ – onların gözünden – içselleştirmeye başlıyoruz (Winnicott, 1958). Bakımverenlerimizin beklentilerinin yanında onların eleştirileri ve durumlar karşısındaki tepkilerini de kendi sesimiz ya da kendi yargılarımız gibi görmeye başlıyoruz. Hangi durumlarda öfkelenilir ya da sakin kalınır; hangi durumlarda ağlanır ya da ağlanmaz veya ne olduğunda kaygılanılır; tüm bunlar kendi bedensel duyumlarımız ve iç dünyamızdan değil, bakımverenlerimizden gelen verilerle öğrendiğimiz ve içselleştirdiğimiz şeyler hâline geliyor zaman içinde.
Cinsiyetimizin ne olduğu ya da kaçıncı çocuk olduğumuz da kişiliğimizi şekillendiren faktörlerin bir diğeri. Kız çocuk mu, erkek çocuk mu olduğumuz ya da ilk doğan çocuk mu, son doğan çocuk mu olduğumuz; yahut tek çocuk mu olduğumuz — hiç bizim kontrolümüzde değilken dahi — geçmişten günümüze bizi oldukça etkiliyor. Paulhus ve arkadaşlarının çalışması (1999) gösteriyor ki, ilk sırada doğan çocuklar ailesini memnun etmeye daha eğilimli, kurallara sıkı sıkıya bağlı, daha sert ve tutucu olabiliyorlar. Ortanca çocuklarsa, aile içinde dikkati en az çeken çocuklar olduklarından, dolaylı sonuç olarak — aile dışında — sosyal çevrelerine daha fazla yatırım yapmaya yöneldiğinden, ‘sosyal’ çocuklar olarak görülüyorlar (Salmon, 2003). Ailede dünyaya gelen son çocuk ise, sürekli olarak bakımverenlerin gözünde yer edinebilmek ve büyük çocuklar kadar fark edilebilmek için kendine farklı yollar arayan birisine dönüşebiliyor (Paulhus, Trapnell & Chen, 1999). Daha esprili ya da tutkularının peşinden gidip kendini ispatlamaya çalışan biri olabiliyor.
Başka başka çalışmalarda farklı sonuçlar gözlense de, hangi sırayla doğduğumuzun kişiliğimiz üzerinde etkisi olduğu bir gerçek.
…
Diğer yandan, bugünkü kişiliğimizi şekillendiren bir başka faktör de, içinde doğup büyüdüğümüz kültür ve değerler sistemidir. Hayatta kalabilmemiz, sevildiğimizi bilmek kadar, kabul gördüğümüzü hissetmemize de bağlıdır. Zira kabul görmek, o toplumun içinde ait hissetmemize ve güvende olabileceğimize dair bir işarettir. Bu sebeple, çoğumuz o toplumun kültürüne, normlarına, beklentilerine ve değerler sistemine uyumlanmayı öğreniyoruz. Hawkley ve Cacioppo’nun çalışmasıyla (2010) görülmüş ki, bir gruptan soyutlanma, yalnızlık ve sosyal reddediliş kişide fiziksel ve ruhsal anlamda sıkıntılar yaratabiliyor. Bizler de, çoğu zaman kendi değer ve isteklerimizle uyuşmasa da, hayatta kalabilmek için toplumla uyumlu davranmayı zaman içinde öğreniyoruz ve artık o toplumun kültürü, kuralları, kendi bakış açımız ve kendi doğrularımız gibi gelmeye başlıyor. Zaman zaman bu durum, atılganlığımızı veya özerkliğimizi olumsuz yönde etkileyebiliyor (Roediger, Stevens & Brockman, 2023).
Ek olarak, maruz kaldığımız etiketlemeler de bizim kim olabileceğimizi belirleyebiliyor. Yaşamımız boyunca, kendi kimliğimize dair sürekli olarak veri toplar hâldeyiz. Hayatımızın ilk yıllarından beri bizim hakkımızda nasıl bir değerlendirme yapıldıysa, onu zaman zaman sahiplenip doğrulamaya çalışıyoruz farkında olmadan. Örneğin, küçükken çok kıskanç bir çocuk olduğum söylenerek büyüdüysem, ilerleyen yaşlarımda bunun suçluluğunu yaşayıp kendimi eleştiren birine dönüşebilirim. Oysaki belki de tek ihtiyacım, yanımdaki yetişkinlerin beni görmesiydi. Yahut küçükken beni çok çalışkan bir çocuk olarak etiketledilerse ve ben bu sayede görünür ve değerli olduğumu hissettiysem, bunu sürdürmek için — istemesem de — yıllarca çok aktif bir iş hayatı sürdürebilirim… Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Tüm bu faktörlerin dışında daha nicesinden bahsedebiliriz. Fakat özetle, en temelde ait ve sevilebilir olduğumuzu bilme isteğimiz ile, doğup yanında büyüdüğümüz kişilere, topluma uyumlanmayı öğrendik ve zaman zaman bağlanma ihtiyacımız, kendi değerlerimizin, başka ihtiyaçlarımızın önüne geçti. Bu sebeple de geliştirdiğimiz kişilik, toplum tarafından kabul edilebilir olan, saygı duyulan, sevilen, onay gören bir yapı hâlini aldı. Gerçek isteklerimizin, zaman zaman atılganlığımızın önüne geçen bir kişilik inşa edip onu benimsedik.
Şimdi biraz düşünün…
Yukarıda bahsettiğim beklentiler, değerler, aile yapısı vs. olmasaydı ya da farklı olsaydı, siz nasıl biri olurdunuz?
KAYNAKÇA
Hawkley, L. C. & Cacioppo, J. T. (2010). Loneliness matters: A theoretical and empirical review of consequences and mechanisms. Annals of Behavioral Medicine, 40(2), 218-227.
Paulhus, D. L., Trapnell, P. D. & Chen, D. (1999). Birth order effects on personality and achievement within families. American Psychological Society, 10(6), 482–488.
Roediger, E., Stevens, B. A. & Brockman, R. (2023). Bağlamsal şema terapi: Kişilik bozuklukları ve kişilerarası işlevselliğe yönelik bütünsel bir yaklaşım (B. Alımcı, S. Ç. Özgen & B. Ç. Demir, Çev.). İstanbul: Psikonet Yayınları.
Salmon, C. (2003). Birth order and relationships. Human Nature, 14(1), 73–88.
Winnicott, D. W. (1958). Collected papers: From paediatrics to psycho-analysis. Londra: Tavistock.
Young, J. E., Klosko, J. S. & Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. New York: Guilford Press.
Adres
Yeni Bağlıca Mah, Etimesgut Bul. No: 90/B Qule Bağlıca, Petrol Ofisi Yanı, Ofis No:25 Etimesgut / Ankara
İletişime Geçin
Linkler
HAKKIMIZDA
UZMANLARIMIZ
HİZMETLERİMİZ
ESA Psikoloji Dergisi
İLETİŞİM
YORUMLAR
FAALİYETLERİMİZ
BASINDA BİZ
Hakkımızda
ESA Psikoloji Danışma Merkezi 2023 yılının Mayıs ayında Uzm. Psikolojik Danışman Enes Samet Avcı tarafından, alanında uzman psikolog ve psikolojik danışmanların bir araya getirilmesi ile Etimesgut ve çevresinde yetersiz olduğu düşünülen psikolojik danışma hizmetini herkese ulaştırabilmek adına '' herkes için psikoloji '' ilkesiyle kurulmuştur. Uzman kadrosuyla, kişiyi iyi oluş durağına götürme amaç edinilmiş, ulaşılabilirliği sağlamak hedeflenmiştir.
Esa Psikoloji Danışma Merkezi Her hakkı saklıdır.
ZeplinGo® | Web Sitesi Tasarımı ile hazırlanmıştır.